Osmanlı neden hiç dere yataklarına ev yapmamış dersiniz?
Cennet Yüzer Cankılıç
cankilic@ritimhaber.com -Ülke olarak hüzünlüyüz, acılıyız. Önce Rize ve Artvin’i vuran sel felaketini yaşadık. Daha bu felaketin yaralarını saramadan Akdeniz ve Ege bölgemiz başta olmak üzere ülkemizin pek çok yerinde eş zamanlı büyük orman yangınlarıyla karşılaştık.
Pek çok köy, mahalle ve yerleşim yerleri yandı . Alev fırtınasında yüzlerce insanımız evsiz kaldı. Yangınlar tam kontrol altına alındı derken bu sefer Sinop, Kastamonu, Ayancık bölgemizi sel vurdu. Hem de öyle böyle değil. Son yüz yılın belki de en büyük sel felaketi yaşandı. Bilanço çok ağır. 60’a yakın ölü ve çok sayda kayıp. Hala onlarca köye ulaşım sağlanamıyor.
Ya gerçekten iklimler değişiyor ya da doğa insanoğlundan intikamını alıyor. Meteoroloji uzmanları ile bilim adamlarına göre her ikisini de yaşıyoruz. Sonuçta hangisi olursa olsun bu üst üste gelen felaketler de gösteriyor ki, millet olarak felaketlere karşı savunmasızız ve devletimizin de bu büyük felaketlere karşı önleyici, koruyucu ve mücadeleci bir politikası yok.
***** ****** ******
En basiti selin bilançosunun ağır olduğu yerleşim yerlerine baktığımızda dere yataklarının ya ıslah adı altında üstlerinin kapatılıp pazar ve çarşı yerleri gibi kullanıma açıldığını, ya da yeşil alan ve yapılaşma olarak kullanıldığını, dere yataklarının daraltıldığını, üzerlerindeki köprülerin taşkın riski gözetilmeden yapıldığını görüyoruz. Çünkü sel sularının taşıdığı tomruklar köprülerin altından geçemeyince büyük bir bent oluşturmuş ve suların kentlerin içine oluk oluk akmasına neden olmuş.
Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. İnsanoğlu ilk çağlarından itibaren doğanın bu deprem, sel felaketleri ve orman yangınları gibi acısını yaşadığı için evlerini ovaya değil kayalıklı tepelere kondurmuş. Dere yataklarının çevresini sebze ve meyve bahçeleri olarak kullanmış. Deprem riski olan yerlerde evlerini ahşaptan, derelerin üzerindeki köprülerini de taştan yapmış.
***** ***** *****
Roma ve Osmanlı bu işi çok iyi çözmüş.
Günümüze kadar devam eden, ayakta kalan eserlere bir bakın. Köprüler, hanlar, hamamlar, kiliseler, camiler kemerli ve taştan . Gürsu Belediyesi’nin organizasyonunda 3 yıl önce Urfa, Gaziantep ve Adıyaman’a gitmiştik. Adıyaman’da Nemrut Dağı’na giderken bizi Cendere Çay’ı üzerindeki Cendere Köprüsü’ne götürdüler. Roma İmparatoru tarafından 193-211 yıllarında karısı ve oğlu adına yaptırdığı kemerli taş köprüden günümüze kadar bir tane taş eksilmemiş. Düşünün o dönemde ne çimento var ne çelik. Taşlar nasıl birbirine geçirilmiş, o kemer nasıl bir hesaplama ile yarım ay haline getirilmiş hayret edersiniz. Aşağıya bakmaya da yürek ister, çünkü çok çok yüksek. 30 metre.
Ya tam 1100 yıl önce Elazığ’da Murat Nehri üzerine yapılan Palu Köprüsü’ne ne demeli? İstanbul Büyükçekmece’de 1566 yılında Koca Sinan’ın yaptığı Kanunu Sultan Süleyman Köprüsü’ne?Ne muhteşem bir yapı. Yine 1400’lü yıllardan bu yana ayakta duran Edirne’deki Uzun Köprü, yine 1147’de Artuklu döneminde yapılan Diyarbakır’daki meşhur Malabadi Köprüsü.Hala dimdik ayakta duran asırlık köprülere iki örnek de bizim Bursa’dan vereyim.
Biri Setbaşı’ndaki tarihi Irgandı Köprüsü. 1442 yılından kalma. Dünyanın bilinen en eski çarşılı köprüsü. Tam 11 metre genişliğinde, 300 metre uzunluğunda. Diğeri ovada Nilüfer Çayı üzerinde bulunan 1600’lü yıllarda yapılan meşhur Abdal Köprüsü.
Hatırlarsak, 2019’un 18 Haziran’ın da yine Trabzon bölgesinde 8 vatandaşımızın suya kapılarak can verdiği bir büyük sel baskını faciası yaşanmıştı. İşte bu sel baskınında bölgedeki tüm evler, binalar ve köprüler yıkılırken, 300 yıllık tarihi taş köprü olan Çamlıktepe Taş Köprü yıkılmamıştı.